Mimarlar İnşaat Dünyası Dergisi’ne konuştu: Gökhan Avcıoğlu

İnşaat Dünyası Dergisi Eylül-Ekim 2024 sayısında “Mimarlar Ne Diyor” özel dosyasında Türkiye’nin en saygın mimarlarını ağırladı. GAD Architecture Kurucusu Gökhan Avcıoğlu dosya çerçevesinde sorularımızı yanıtladı. Avcıoğlu, “Neden şehirlere tıkılıp kalıyoruz? Belki bol savaşlı, saldırılı, işgalli, adaletsiz düzende bir anlamı ve ekonomisi vardı ya da 20. yüzyılda ortak paydaların hızlı ve bir arada kullanımı için bir değer ifade ediyordu. Dijital çağda yok. Benim manifestom bu!” dedi.
İnşaat girdi maliyetlerinin ve özellikle işçiliklerin artması, konut faiz oranlarının yüksekliği gibi nedenler mimarlık camiasında nasıl karşılık buluyor? Butik projelere yöneliş, bireysel taleplerde artış hissedilir seviyede mi?
Bu soru mimarlık sektöründen çok inşaat sektörü için sorulabilir. Çünkü mimarlık yapı inşa etmekten çok onun arka planında ısmarlayana vereceği maddi ve manevi kazançlar yanı sıra topluma yansıyacak kültürel ve sosyal etkilerle görünen kadar, görünmeyen kazançlarla da ilgilidir. İnşaat sektörünün yapay sorunlarıyla ilgilenmez. Asıl diğer sektörler mimarlıktan ne ögrenir ona bakalım.
Dersini iyi çalışmış iyi tasarım, iyi mimarlık, iyi şehircilik, iyi inşaat kalitesi doğal afetlere dayanır, kötü niyetli ülke yönetiminin yarattığı yapay ekonomik krizleri atlatır. Özetle her zaman kazandırır. Satıştan ya da kiradan olmasa, turizmden kazandırır. Bu yüzden Ataşehir’i, Fikirtepe’yi ya da İstanbul Finans Merkezine dünyadan hiçbir turist gezmez ama Beyoğlu’nun dar sokaklarını arşınlar.
Mimari ve gerçek şehircilikten uzaklaşarak kötü ideolojilerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanan yöneticilerle, yalnızca metrekare satan geliştiriciler, müteahhitler ve iş bilmeyen ekonomistler nedeniyle hem yapıların kendisinden hem de yaratacakları aura açısından uzun vadeli kazanımları konuşmak zor olacaktır.

Demirin ya da betonun fiyatını konuşarak bu işin sadece çoklu yapı üretenlerin göz boyayarak yapılan üretimlerin sürekliliğini nasıl devam ettiririz konuşmuş oluruz. Sosyal medya kanallarında kendi evlerini yapan amatör girişimleri izliyorum ve akılları erdiğince ekonomik çözümler ürettiklerini görüyorum. Eğer konu sadece ekonomik binalar elde etmekse, serbest urwetime (yakın zaman) geçebiliriz. Müteahhit olmadan halk, kendi evini oldukça güzel bir şekilde yapabilir; çünkü müteahhitler ile halk yüksek kâr elde ediyor.
Şehirlere tıkılmayıp açık arazilere geçtikçe her seviye ve görevde bu kötü yöneticilere, kar arsızı depreme dayanıklı bile olamayan yapılarla her yeri dolduran müteahhitlere ihtiyaç azaldıkça barınma ihtiyacı, kaliteli konut sorunu hafifleyecek.
Bir diğer önemli gelişme de hem yapay zeka içerikli aplikasyon ve programlarda hem de robot sistem 3D yapı üretme araçlarında olacak.
Ev, maldan çok yuvaydı ve ustalarla ev ihtiyacı olanın birlikte yaptığı bir şeydi. Sığınma içgüdüsü, sonraları evlere yatay ve dikey olarak çoklu bir araya gelişler ve stil arayışları anlamlar yükleyerek yeni arzu nesneleri oluşturdu.
Ben müteahhit ve konut üreticisi bir ailenin çocuğuyum. Kırk yıldır da sektördeyim. Kaç yerel ya da global ekonomik kriz geçti hatırlamıyorum. Âmâ kalıcı olan şeyler hep yukarıda bahsettiğim değerler oldu. Bugün 16 milyonluk İstanbul’u ele alacak olursak doğduğu şehirde oturan çok azdır. Mesken değişimi ortalama 8-10 yılken inşaat sektörü niye ağlar ben anlamıyorum. Endüstri sektörüyle kıyaslarsak en denetimsiz, en şımartılmış, en başıboş sektör. Kayıt dışı para, ucuz ve denetimsiz, sosyal ve güvensiz işçi çalıştırma gibi seçim odaklı politikaları sübvanse ediyor diye üstüne gidilmiyor. Zaten devlet odaklı yatırımlarda ilk sırada.

Mücbir sebepler olmadıkça oturduğu evi satıp bulunduğu mahalleden, semtinin imkanlarından vazgeçmek istemeyen kaç kişi vardır? Ben böyle bir mimarinin peşindeyim, sürekli değer kazanan ve mutlu eden binalar, sokaklar, caddeler, kasabalar, şehirler.
Önceleri inşaat tarihinde, çoklu konut geliştiricileri ve bir şehirden diğerine uzanan müteahhitler yoktu; sadece toplumları yönetenler, mimarlar ve konut inşaatı yapan ustalar vardı. Ev, maldan çok yuvaydı ve ustalarla ev ihtiyacı olanın birlikte yaptığı bir şeydi. Sığınma içgüdüsü, sonraları evlere yatay ve dikey olarak çoklu bir araya gelişler ve stil arayışları anlamlar yükleyerek yeni arzu nesneleri oluşturdu. Bu şekilde evler, sokaklar, caddeler ve bulvarlar inşa edildi. Ev giderek alınıp, satılabilir ve gelecek garantisi sağlayan bir duruma dönüştü.
Gayrimenkul sektörü, günümüzde insanların bir ülkeden başka bir ülkeye yeni bir hayat kurma, vatandaşlık elde etme ve yeni bir ülkede yaşam vizesi alma amacıyla daha çok büyümeye başladı. Öte yandan az gelişmiş ya da gelişmemiş ülkelerde barınma sorunu bütün çelişkileriyle devam ediyor. Özetle bir tarafta ihtiyaç fazlası hayalet şehirler, bir tarafta barınma sorunu…
Afetler sonrası, seçim kazanma odaklı yanlış politikalar nedeniyle sorunlar daha da büyüyor.
Yakında iki yıl olacak, ancak deprem geçirmiş bölgelerimizde bahsettiğim koşullarda doğru düzgün kapsamlı bir girişim göremedim. Şu an size saçma gelebilecek bir ütopyadan bahsediyor olabilirim; ancak insanların yaşayacakları binaların çevresini kendilerinin inşa etme hakkı olmalı.
Sıkışmış ve zorlanmış, daha yükseğe hedeflenmiş sorunlarıyla çözümsüz hale gelmiş günümüz şehirleri yerine, otomobillerin daha az dolaştığı ve sadece yayalara ayrılmış sokaklar ile toprakla haşır neşir olarak sürdürülebilir bir hayat kurmak daha insancıl görünüyor.
Yakın zamanda, yeni geliştirilmiş 3D yazıcılar yapay zekayla birlikte insanların hizmetinde olacak. Sıkışmış ve zorlanmış, daha yükseğe hedeflenmiş sorunlarıyla çözümsüz hale gelmiş günümüz şehirleri yerine, otomobillerin daha az dolaştığı ve sadece yayalara ayrılmış sokaklar ile toprakla haşır neşir olarak sürdürülebilir bir hayat kurmak daha insancıl görünüyor.
Türkiye’den yola çıkıp, global bir dünyaya bakalım. 800 bin kilometre kare yüz ölçümü, misafirleriyle birlikte 90 milyon nüfus, bir aileyi ortalama 3 kişi olarak düşünürsek, yani 30 milyon konut gerekiyor. Her aileye 1 dönüm versek, ıvırı zıvırı ile 50 bin kilometre kareyi kaplıyor. Dereler, göller ve çok yüksek tepeleri çıkardıktan sonra, bize 600 bin kilometre kare alan bile kalıyor ve bu alan ekip biçmek için nefes almak ve seyretmek için de çokça yeterli. Neden şehirlere tıkılıp kalıyoruz? Belki bol savaşlı, saldırılı, işgalli, adaletsiz düzende bir anlamı ve ekonomisi vardı ya da 20. yüzyılda ortak paydaların hızlı ve bir arada kullanımı için bir değer ifade ediyordu. Dijital çağda yok. Benim manifestom bu! Detay isteyen herkese seve seve anlatırım.

İnsanlar, prefabrik, taşınabilir evler, karavanlar ya da 3D yazıcılarla inşa edilecek yeni sistemlerle konut sahibi olabilir. Tüm bunlar, topluca üreten geliştiricilere ve müteahhitlere ciddi bir alternatif olmaya başlayacak.
Enerji verimliliği ve çevre dostu malzeme kullanımını unutmamak lazım. Tam bu noktada mimarlık mesleğindeki nitelik ve yaratıcılık daha çok ön plana çıkıyor. Yeni yöntemler, sektörün gelişimi için sevindirici bir durumdur.
Tarım arazilerinde bağ evi, ahırdan, müştemilattan dönüştürülen evler ülkemizde beyaz yakalı orta sınıfın hayali… Her geçen gün artan bu talebin mimarlık açısından etkileri neler olur? Hazır konutları anahtar teslim alan ve yaşamını sürdüren geniş kitlelerin, bu dönemde mimarlık mesleğinin anlamını ve gerekliliğini kendi deneyimleriyle hissetmeleri gibi bir çıktısı olur mu bu sürecin? Sizlere bu yönde bireysel talepler geliyor mu? Örnek dönüşüm projeleriniz var mıdır?
İşte güzel, tamamlayıcı bir soru. Bu yönde talep artışı gözlüyoruz. Bunu önemsiyoruz ve üzerinde çalıştığımız projelerimiz var.
New Tashkent City Projesi, Taşkent’in gelişimine yeni bir vizyon kazandırmayı amaçlayan kapsamlı bir master plan projesidir. Bu proje, uzun vadeli kalkınma hedeflerine ulaşmak için altyapı geliştirme, ekonomik teşvik, toplumsal ilerleme, ekosistem hizmetlerini zenginleştirme ve şehrin yaşanabilirliğini artırma gibi kritik unsurları içerir.
Proje, sürdürülebilir kalkınma ilkelerini benimseyerek ekonomik, sosyal ve çevresel faktörlerin dengelenmesini hedefler. Enerji verimliliği, toplu taşıma, yeşil alanlar, ekolojik koridorlar, mimari mirasın korunması, genişleme alanları ve uygun fiyatlı konut gibi faktörler göz önünde bulundurularak, gelişmenin hem ekonomik hem de çevresel açıdan sürdürülebilir olması sağlanır.
Proje, işlevsel çeşitlilik ve erişilebilirlik altında yeşil ve kullanıcı dostu bir şehir oluşturmayı hedefler. Orta yükseklikte karma kullanımlı binalar teşvik edilirken, yüksek katlı konut ve ticari kulelerin kentsel doku üzerindeki etkisi minimize edilir. Ayrıca, turistik, tarımsal, yerleşim ve üretken merkezleri birbirine bağlayan küçük merkezlerin canlandırılması sağlanır. Bu yaklaşım, mevcut şehirdeki yoğunluğu azaltarak daha az nüfuslu banliyö bölgeleri ve uydu merkezlerinin geliştirilmesini içerir.
Pandemi sonrası global ölçekte değişen yaşam alanı ihtiyaçlarının, ülkemiz coğrafyası ve sosyolojisi özelinde deprem beklentisi ile pekişmesi, hizmet sunduğunuz bireylerin önceliklerinde, taleplerinde neleri değiştirdi? Mimar olarak sizlerin ihtiyaçları okuma ve cevap verme pratiğinizde dönüşen yönler neler oldu? Örneklerle anlatabilir misiniz?
Deprem gerçeği ve barınma sorunu medeniyetlerin 12 bin yıldır bu topraklarda en büyük sorunu olmaya devam ediyor. Bilim ve yaşadığı topraklara ait arkeoloji ve tarih bilgisi her şeyin sadece son 100 yıldır, 50 yıldır, 20 yıldır yapıldığına inananlara sürekli bu gerçeği anlatmaya çalışıyor. Depremler ve diğer afetler ile karşılaşınca seçimden seçime hatırlanıyor ve sonrası tekrar hatırlanıyor.
Pandeminin getirdiği geçmişte makro afetlerden ve savaşlardan sığındığımız mekanları bir de yeni modern dünyanın mikro saldırılarından korumak için tedbirler almak oldu. İstanbul’daki yeşil park eksikliğine bir cevap olarak hazırladığımız One&Ortakoy büyük, geniş yeşil çatı teraslarıyla yaşayanların karantina hayatlarını renklendirdi ve cazip hale getirdi.

One&Ortaköy İstanbul Ortaköy’de mixed-use bir projedir. Proje, bir konut ve öğrenci yurdundan oluşmaktadır. Bir tepenin yanında konumlanmış olan yapılar, bölgenin modernizasyonu açısından ikonik bir önem taşımaktadır. Projenin formu, cephe ve genel organizasyonu bağlamsal unsurları etkisinde deneysel bir dizi strateji ile geliştirilmiştir. GAD tasarım yaklaşımı alana dağıtılan farklı programların kullanımını optimize etmektir.
Her iki binanın çatısında geniş peyzaj alanı ve birer oyun alanı bulunmaktadır. Bu yeşil çatılar yapıların ölçeğini daha ufaltarak topografya ile daha çok bütünleştirmektedir. Ayrıca, yapının önemli bir malzemesi olan doğal taş tüm cepheyi sararak doğal yamaca uyumlu bir doku oluşturmuştur.
Boğaz Köprüsünün yapıya olan yakınlığı nedeniyle, büyük ölçüde One & Ortaköy teras çatısı projenin ilk algılanan parçası haline gelmiştir. Bu yüzden, çatı teras bu etkiler göz önünde bulundurularak tasarlanmıştır. Çatı terasında bir koşu pisti, yüzme havuzu ve geniş bahçeler bulunmaktadır. Çatı elemanı binanın formunu tamamlamak amacına hizmet ederken, çatıda kullanılan bitki örtüsü ile geniş yansıtıcı yüzeyler kaplanarak yapının karbon emisyonu azaltılmaktadır.

Çatı için peyzaj tasarımı binanın çevresindeki doğal topoğrafyadan esinlenerek oluşturulmuş yapay bir topoğrafyadır. One & Ortaköy alanda bulunan diğer binalardan kendini ayırmaktadır. Bu sadece yapının tek başına tasarımı ve işlevi ile ilgili değil ayrıca çevresi ile kurduğu ilişki için de söylenebilir.
Mimarlar, tasarım aşamasında sadece estetik değil, aynı zamanda yapısal güvenliği de dikkate almak zorundalar.
Depreme dayanıklı bina ya da depreme hazır yapı yaratımında mimarın rolü nedir, ne kadardır?
Aslında hep en büyük rol mimarındı. 18.yuzyıldan sonra mühendisler şehir plancıları ve diğer uzmanlıklar mimarların içinden çıkarak mimarlıktan rol çaldılar. Depreme dayanıklı yapılar tasarlarken, mimarın rolü gerçekten çok kritik ve çok yönlü. Öncelikle, mimarların tasarım sürecinin başında kullanıcıların güvenliğini ve sürdürülebilirliği başından sonuna gözetebilmeleri gerekiyor.
Dünyanın her yerinde mimarlık diploması almakla yapı inşa etmek üzere ehliyet ve lisans almak ayrı şeyler. Diploma sonrası her mimar adayı iki yılını yetkin bir mimarlık ofisinde staj yaparak ve akabinde aşamalı sınavlara girerek bu lisansı elde eder. Ancak Türkiye’de her mimarlık eğitimi verdiğini iddia eden, okuldan diploma alana Mimarlar Odası ne yazık ki bu yetkiyi cüzi bir aidat karşılığı verdi. Binlerce pratik tecrübesi olmadan bir tabi afet ve deprem sonrası yarattığı manevi ve fiziksel tahribatı görmeden mimar, tecrübesi ne olursa olsun (bu bir günlük çalışma hayatı tecrübesi de olabilir), ölçeği ne olursa olsun, yeri neresi olursa olsun, kaç kat olursa olsun, fütursuzca imzalamaya ve imzalatılmaya devam ediyor. Bu durum mimarlar kadar taşıyıcı sistemin imza yetkisi verilmiş inşaat mühendisleri için de geçerlidir.
Bunun sorumlusu ne yazık ki TMMOB (Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası Birliği), ilgili bakanlıklar, TBMM, Cumhurbaşkanlığı ve doğal olarak da sosyal ve kamusal haklarını bilmeyen araştırmayan sorgulamayan Türk halkının her üyesidir. Ben hem Amerikan hem de İngiliz Kraliyet Mimarlar Odası Üyesiyim. Her hafta bir konudan yad bir görevlendirme ile ilgili oylamaya katılıyorum. Kararlar çoklu usule göre alınıyor. Ben Türkiye’de daha herhangi bir konuda bu kurumların oylama için davet yaptığını görmedim.

Deprem riski yüksek bölgelerde, özellikle Anadolu gibi tarihsel ve jeolojik açıdan zengin ve aktif fay hatları üzerinde bulunan bölgelerde, bu güvenlik önlemlerini en iyi şekilde entegre etmek zorundayız.
Mimarlar, tasarım aşamasında sadece estetik değil, aynı zamanda yapısal güvenliği de dikkate almak zorundalar. Anadolu’nun tarihi ve jeolojik yapısı, bölgedeki deprem risklerini artırıyor ve bu nedenle mimarların, tasarımlarında bu riskleri göz önünde bulundurmaları büyük önem taşıyor. Yapıların, yerel deprem risklerine karşı dayanıklı hale getirilmesi gerekiyor.
Ayrıca, mevcut mevzuatların ve yapı denetim sistemlerinin yetersizlikleri de bu noktada devreye giriyor. Türkiye’de çeşitli mevzuatlar ve yönetmelikler var, ancak bunların binaların deprem performansını yeterince artırmadığı görülüyor. Mimarlar, bu mevzuatları ve denetim süreçlerini dikkate alarak tasarımlarını yapmalı ve bu süreçlerin etkin bir şekilde işlemesini sağlamalıdır.
Teknolojik yaklaşımlar da bu konuda önemli bir yer tutuyor. Yapı izolatörleri ve diğer depreme dayanıklı teknolojilerin kullanımı, yapıların dayanıklılığını artırmada kritik rol oynar. Mimarların bu teknolojileri tasarımlarına entegre etmeleri, binaların güvenliğini artırmak için önemlidir.
Son olarak, depreme dayanıklı yapılar oluşturmak, sadece mimarların değil, aynı zamanda inşaat mühendislerinin, şehir plancılarının ve yerel yönetimlerin iş birliği gerektirdiği bir süreçtir. Bu nedenle, mimarların bu profesyonellerle koordineli bir şekilde çalışarak hem tasarım hem de uygulama aşamalarında etkili rollerini yeniden üstlenmeleri gerekiyor.
Bence en güzel yapılar zamansız yapıların yeni yorumlarla dengelenmesi sonucunda ortaya çıkıyor. Zamansız ve ona eklenen yeninin kombinasyonu…
Mimari manifestomdur dediğiniz projeniz hangisidir? Manifestonuzun hangi önemli değerlerinin hayata geçmiş halidir?
Günümüz yapı zarı, dış kabuk, dış duvar zarfı taş ya da kagir yapı geleneğinin bir metreye varan duvar genişliğini her şeye kadir olduğunu iddia eden günümüz malzemeleriyle 25 cm’e indirdi. Hatta 10 cm’lik cam katmanları genişliğine. Bu incelikte bir yapı ne ısı ne su ne UV ışınları şehrin ürettiği sese karşı klasik yapılardaki gibi yalıtılamaz. Özetle yapı kabuğundaki tek cidar, yetersiz ve hatta Akdeniz mimarisinde ışık gölge oyunlarıyla çok sevdiğimiz derinliklerden mahrum.

Esma Sultan projesi üzerinde çalışırken, çift cidarın yapıya dışarıdan ve içeriden anlamlı bir mimari etki verdiğini gözlemledim. Bence en güzel yapılar zamansız yapıların yeni yorumlarla dengelenmesi sonucunda ortaya çıkıyor. Zamansız ve ona eklenen yeninin kombinasyonu…
20. yüzyılın ukala ve kendini beğenmiş mimarları, kabuk ve strüktürün birbirinden ayrılmasının avantaj gibi görünen olanaklarını abartarak ve dolayısıyla mimarlık pratiğini yanlış kullanarak, geçmişin kültürünü, bilgisini ve yapılarını sokaktan, şehirden koparttılar. Geçmişin olanaklarına göre inşa edilmiş binalarıyla uğraşmaktansa yıkıp yenilerini yapmayı tercih ettiler. Oysa mimarlık, mevcut olanın potansiyelini değerlendirmekle alakalıdır. Esma Sultan’da yakaladığımız kurguyu tek başına bir 20. yüzyıl yapısında yakalamak çok da kolay değil. Çünkü 20. yüzyıl binalarının kabukları, taşıyıcı elemanları ve hiç sevmediğim asma tavanları birbirinden tamamen bağımsız olarak tasarlanıyor.
Esma’nın dış kabuğu 200 yıl önceye dayanıyor. İçerideki yeni bina unsurları dış kabuktan bağımsız olarak işler görünür ama içerideki çelik strüktür olmadan dışardaki çıplak tuğla duvarı ayakta tutmak mümkün değildir. Böylece çift cidar olarak eklemlenen eski ve yeniyi birleştirerek güzel bir kontrast ortaya koyuyor.
Yerleşimlerin 12 bin yıllık tarihine baktığımızda, binaların ya doğa olayları sebebiyle ya da insanlar, topluluklar tarafından yakılıp yıkıldığını görürüz. Doğanın deprem, sel, hava değişimleri, toprak kaymaları gibi yıkıcı etkilerini ve insanların yıkmaya eğilimlerini modayla değişen fikirler takip eder. Hayatta kalan yapılar ve yerleşimler, önce doğanın hareketlerine, sonra da insanların değişen ihtiyaçlarına karşı direnç kazanırlar. Bir yapıya olan esas ihtiyaç azaldıkça, insanların anılarını, anlamlarını, değerlerini taşıma ve yeni işlevlere fiziksel olarak uyum sağlama yeteneği o yapının direncini oluşturur. Mimarlık hatıra üretir.
Bir projenin konsepti coğrafi ve kültürel bağlama bağlı kalarak ya da bilinçli olarak kalmayarak mutlaka bir yanıt vermelidir.
İkinci olarak, sebep-sonuç ilişkisini tüm ayrıntıları ile ortaya çıkaracak titizlikte tasarlanan ve inşa edilen ilham verici bir fikir olmalıdır. Projenin kullanıcılarına, sokağına, semtine, şehrine, bölgesine, ülkesine, kıtasına; sonra da dünyaya, onların da yararlanabileceği nadir bir mesaj verebilmesi ve somut bir değer sunabilmesi gerekir. Tüm bunlar göz önüne alınarak bir tasarım yapılabileceği gibi, bazıları görmezden gelinerek veya tamamen reddedilerek de yapılabilir. Ancak tüm bunlar, bir binanın kendisine ve dışında kalan her şeye karşı gösterdiği direncin (resistance) ölçüsüdür.
Mimarlık açısından taşın önemi 12 bin yıllık bir kültüre dayanmaktadır. Anadolu’nun taş birikimi oldukça zengin olduğundan bu konuda önemli bir yere sahiptir.
Yakın olduğunuz, doğasına hâkim olduğunuz ve bu hakimiyetin karşılığında onun da sizin dilinizden anladığına emin olduğunuz malzeme hangisidir? Bu malzemenin yer aldığı, öne çıkan projelerinizden örnekler verebilir misiniz? yöneliş, bireysel taleplerde artış hissedilir seviyede mi?
Mimarlar için en önemli malzemeler taş ve türevleridir. Bunlar, yapıların en kalıcı elemanlarıdır. Çocukluk zamanlarımda mimar olmamı sağlayan etkenlerden biri, Anadolu’nun antik kentlerine ve Kapadokya’ya yaptığımız yolculuklardı. Mimarlıkla ilgileneceğime karar verdiğimde, en çok etkilendiğim yerler Efes, Bergama, Knidos ve Kapadokya bölgesiydi. Bu bölgelerde etkilendiğim bir özellik, taş kütlesinin oyulmasıyla oluşturulmuş hayatlardı. Diğeri ise, bir yerden çıkan taşların üst üste konarak mimari bir sığınak, tapınak veya korunma yapıları olarak inşa edilmesiydi.
Yaşadığımız Anadolu toprakları, tarihsel ve kültürel açıdan son derece zengin topraklardır. Bu topraklar, Efes’ten Yunan kültürüne, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca, mimarlık açısından taşın önemi 12 bin yıllık bir kültüre dayanmaktadır. Anadolu’nun taş birikimi oldukça zengin olduğundan bu konuda önemli bir yere sahiptir. Bunun yanında, taş kalıcı bir malzemedir; ortalama kullanılan taşın oluşum tarihi 30 milyon yıldır. Taşın geçmişi ise, 160 milyon yıllık oluşuma ait fosilleşmiş taşlara dayanır ve bu da oldukça ilginçtir. Ancak, 20. yüzyılla birlikte bir materyal bolluğu ve malzemelerde standardizasyon yaşandığından, mimarlar ve yapımcılar malzeme seçimlerinde ve kalitesinde bir kafa karışıklığına uğramıştır. Yine de taşın kullanımı, yapıya ışık, güneş, gölge, ıslak ve kuru gibi doğal unsurların etkilerini katarak, yapıların kalitesine ve estetiğine önemli katkılar sağlamaya devam etmektedir.

Turgutreis’teki Swissotel’de ve Mandarin Oriental’in otel bölümünde Bodrum’da çıkan yeşil taş kullandık. Bu taşın koyu ve açık tonlarındaki farklılıklar yapının üzerinde daha iyi bir görünüm sağlar. Dokuların farklı açılarla olması, taşın rengini sürekli değiştirir ve doğayla güzel bir uyum yakalar. Swissotel’in bulunduğu Turgutreis bölgesi, iyi bir çevre oluşturmuş mimariye sahip değil, fonksiyon farklılıkları var. Öndeki küçük konut yapılarında hata gibi görünen şeyler, felix culpa, yani mutlu hata olarak değerlendirilir ve mimaride güzel sonuçlar verir. Arkadaki yapılara doğru geçtikçe klasik Bodrum küp şeker sistemi devreye girer. Otel, bu sistemle bir bağ kurar. Ortada bir alle (yaya yolu) bulunur, otelin dışında başlar ve denizden Prens Adaları’na bir bakış oluşturur. İçeri girdiğinizde tüm plaj ve deniz gözükür – bu, Yunan mimarisinin aydınlatma sistemidir.
Kuum, OVOO, Polat Levent, Mandarin Bodrum projelerimizde buradaki prensiplerin birebir devamıdır.